Fikir Kazanı
21 Mayıs 2025 Çarşamba
12 Mayıs 2025 Pazartesi
11 Mayıs 2025 Pazar
“Dawkins Şeriatı” Neye Benzerdi?
Deizm, sulandırılmış bir teizm
mi?
“Tanrı Yanılgısı’nda”, Dawkins’e
bakarsanız öyle.
Çünkü Dawkins için “Tanrı” bütün
kötülüklerin “anahtar kelimesi”. Ö
yle ki Tanrı’yı benimseyen herkesi “büyük
teist zorbalık komplosunun” bir ortağı gibi görüyor.
Tabii bu arada Dawkins hiçbir deiste
gerçekte ne düşündüğünü falan sormaya gerek duymuyor.
O kadar kibirli ki Tanrı’nın “akıl
ve bilgi alanı” dışında olması ona inananları küçümsemeyi gayet normal ve
dahası gerekli görüyor.
Tamam da deizm teizme kapı aralıyor
mu?
Aslında Dawkins Tanrı inancıyla
dini sürekli birbirine karıştırarak kitapta dine karşı çıkarken Tanrı’yı inkâr
ediyor. Bahsettiği kötü örneklerin tamamı din yaşantılarına ait.
Peki meselâ herhangi bir deist,
teistlerin ya da dindarların kötü eylemlerini meşrulaştırıyor mu? Elbette
hayır.
Kaldı ki teist ile dindar
arasında bir fark var mı yok mu diye bile düşünmeye gerek duymuyor Dawkins.
Çünkü Teist, “Tanrı tanır” demek.
Sorun şu: Dinler olmaksızın Tanrı
fikrine ulaşılamaz mı?
Dinler kendi açılarından bu
soruyu “Hayır!” diye cevaplayıp inanç alanını doğrudan sahipleniyor ya da işgal
ediyor. Böylece “dinsiz bir inanç” imkânsızmış gibi görünüyor.
Yani? Dinlerin söylediğinden
başka bir şeye inanmak imkânsız oluyor.
İki soru aklımıza geliyor:
Eğer bir Tanrı varsa biz onu
anlayabilir miydik?
Eğer bir Tanrı varsa neden
dinlerin söylediği şeyleri söylemiş olsun?
Herhangi bir deistin bu sorulara
herhangi bir teist gibi cevap vermesi mümkün değil.
Çünkü Tanrı’nın “sınırsızlığı” onun
bilinemezliğini, kendi sınırlılığımızla zıt varoluşunu sezmemiz için
yeterlidir.
Ve dinlerin bize söylediği
şeyleri söyleyen bir “bilincin”, “insani” özellikleri Tanrısallıkla bağdaşmaz.
Peki öyleyse Dawkins’in deizme
saldırısının sebebi nedir?
Ateizmin hayatımızı daha akılcı
yaşamamızı sağlayabileceği düşünülebilir. Diğer yandan görünen o ki Dawkins de
kınadığı teistler kadar kibirli ve hırçın.
Acaba bir ateist diktatörlükte “aşkın
bir gücün hayatımıza bir anlam kattığına” dair bir inanç geliştirmek istesek,
Dawkins bizi kurşuna dizer miydi?
Hayatlarını herhangi bir şeriatla
yaşamak istemeyen, toplumsal düzenin akılla oluşturulması gerektiğini bilen,
bunu yürekten destekleyen, laik ve düzeltilebilir bir hukuk sistemi için
çalışan herhangi bir insanın, hayatının bir anlamı olduğuna ve bu anlamın son
durağının Tanrı olduğuna inanmasının, kime ne zararı olurdu? Dinleri,
eylemlerin sonuçlarına göre kıyasıya yargılayan Dawkins ateizmin resmi rejim
olduğu SSCB’de, ateizmin neye yaradığını hiç sorgulamıyor mesela…
Dawkins daha kitabın başında “Tanrı
ile barışık insanlara” o kadar hırçınca saldırıyor ki hayatında bir umut ve
merhamet için Tanrı’nın düşüncesine sığınan herkesi, birer “intihar bombacısı”
yerine koyuyor sanki… Dawkins’in bu hırçınlığı onu, bütün nüktedanlığına ve
akılcılığına rağmen kibirli ve saldırgan
bir “değer yoksunu” gibi gösteriyor.
Kaldı ki çarpıcı bir biçimde dinden
kaynaklanan şiddeti eleştirdiği ilk sayfalarında, “Ahlâk nedir, nereden kaynaklanır? Bir ateistin daha
merhametli ya da daha anlayışlı olacağının garantisi nedir?” gibi soruların hiç
birinin herhangi bir cevabı yok. Ateizmde “değerler”, “değer yargıları” nasıl
oluşturulur, bu konuda ilk elli beş sayfada hiçbir bilgi yok.
Dinlerin akıl yoluyla
yanlışlanması mümkün olabilir ama “Tanrı” kavramı ile din aynı şey midir?
Dawkins dinin kurumsal yapısının tutarsızlıklarını, insanın, içinde merhamet ve
ümit kaynağı olabilen Tanrı düşüncesiyle bir tutarak “inancın” kendisini en
kibirli biçimde aşağılayabiliyor. Bu hırçınlık ve kibir, şeriat rejimlerinde
her şeyi bilen ruhban egemenlerin tavrından pek de farklı görünmüyor.
Dinleri ve Tanrı inancını bir
kefeye koyup bunları alaya almak herkese
çok eğlenceli gelebilir. Ancak insanların “anlam arayışlarının” saçma olduğunu
söylemek da bir o kadar “saçmadır.” İnsanlar hayatlarını deney sonuçlarına göre düzenleyen
robotlar değildir. İnsanlar değer yoksunu, ayaklı hesap makinesi “Vulcanlı
Spcoklar” da değildir.
Oysa Dawkins ateizm dışındaki her
şeyi kınadığı teizmle bir kefeye koyup aşağılarken merhamet, ümit, değer, değer
yargıları gibi kavramları nasıl yeniden kurabileceğimizi anlatmaya tenezzül
bile etmiyor.
İşte bu noktada kibirli, hırçın
ve saldırgan davranıyor.
Kısacası sanırım Dawkinsin “ateist
şeriat rejiminde” de “Tanrı” diyenin kellesinin uçurulmasına herhalde şaşırmazdık…
9 Mayıs 2025 Cuma
Herkes Yazsa Ne Güzel olur
Yazınca insan iki şey kazanıyor.
Ne saçma sapan bir cümle oldu
yahu!
Yazı sanki insanı iki yolla
iyileştiriyor.
Birincisi, düşüncelerinin
irinleşmesini engelliyor, insanın onları drene edebilmesini boşaltabilmesini
sağlıyor.
Çünkü özellikle izlenimlerle
beslenen fikirler, dışarı vurulmazlarsa insanın içinde zehirli kistler haline
birikiyorlar.
Onları ifade ettiğimizde onlar
üzerindeki hâkimiyetimizin farkına varıyoruz. Böylece onların esiri
olmadığımızı, onları değiştirebileceğimizi görüyoruz. Fikirlerin kafamızda
kendiliğinden ve kontrolsüz bitivermediklerini, onları kendimizin oluşturduğunu
anlıyoruz.
Yazanın ikinci yararı ise bir şey
inşaa edebildiğimizi görerek mutlu oluyoruz.
Çünkü düzgün bir cümle kurmak
düzgün bir çizgi çizmek gibidir.
İnsan ölmemek ister.
Yazı geride kalan izimizle bizi
ölümsüz kılar.
Aslında ölümsüzlükten murat, bir
eser, bir iz bırakabilmektir. Dünyada bir etkimizin olduğunu görebilmektir.
Çünkü insan ancak anlamla yaşar.
Anlam oluşturmaksa etki etmenin,
eser yaratmanın ilk adımıdır.
Hayır hayır…
Her zaman meşhur yazarlar
olmayacağız elbette…
Her zaman, herkesçe de beğenilmeyeceğiz.
Ama düşüncelerimizi düzgünce söze
dökebilmenin öz tatminini, öz hoşnutluğunu yaşayacağız.
Çünkü insanın en serinkanlı ve
tarafsız hakemi aslında kendisidir.
Ve “iyi ki yaptım” diyeceğimizi
bir eser bırakana kadar devamlı uğraşacağız.
Elbette bunu entelektüeller
yapacak.
En azından beni bu gece, bugün
geride bir şey bırakabilmenin huzuruyla uyuyacağım.
Benim size acizane önerim. Her
birinizin birer blog açarak o blogda düzenli olarak yazmanızdır.
Ne güzel…
“Bütün kabile kızar bana..”
diyordu ya MFÖ…
Oysa kabilenin mitlerini sanatçılar
yaratıyordu.
Ne güzel…
7 Mayıs 2025 Çarşamba
Sahi Kim Kimin Memleketinde Yaşıyor?
Yabancı bir ülkede yaşamak insana
neden güç gelir?
Çünkü dilini bilmezsiniz,
adetlerini bilmezsiniz. Size nasıl bakılacağından asla emin olamazsınız.
Çünkü her an
tökezleyebileceğinizi düşünüp endişelenirsiniz.
Çünkü size kimsenin sahip
çıkmayacağını düşünürsünüz.
“Yabancılık” bu değil midir?
Köksüz, sahipsiz, eşsiz, dostsuz
ve kimsesiz kaldığınızı hissedince yabancı hissedersiniz.
Şimdi düşünüyorum, hiç kimseye
derdimi anlatamadığım, hiç kimsenin kabilesine girmedikçe var olamadığım…
Hep bir başkasının öfkesine hedef
olmaktan kaygılandığım…
Bu memleket benim mi?
Ben onu sevsem bile acaba o beni
sever mi?
“Ben gurbette değilim, gurbet benim
içimde” demiş ya şair hani….
Ne batısı umursuyor doğuyu ne
doğusu seviyor batıyı…
Bu memlekette sahipsiz ve yalnız
bir Türküm, o kadar…
Çünkü bu memlekette artık en
büyük kabahat Türk olmak.
5 Mayıs 2025 Pazartesi
Bir Bayrak İki Tabut
Bakmayın siz, başlığı bulmak çok
kolay oldu.
Fevkalâde olaylar, yazarın işini kolaylaştırır.
Dün Türk Bayraklı bir tabut
gördüm. Sıradan bir cenaze arabasıyla ki galiba o d belediyeye aitti, şehit
evine getirilmişti. Tabutun başında kıvırcık bir kuzu, o tabutun, o bayrağın, o
cenaze aracının ne olduğunu bilmeden, babacığına yeni oyuncak ayısını
gösteriyordu.
Evine ancak belediyenin lütfuyla dönebilen
şehidimizin adı Önder Özendi. Yirmi üç yaşındaydı. Hakkında başkaca bir bilgimiz
yok. Yok yok!... Aslında hakkındaki bilgimize göre Hakurk’ta mayın patlamasıyla
şehit düşmüş. Daha? Dahası yok…Otuzuna ulaşamadan biten ömrüyle ilgili bildiklerimiz
bu kadar. Ha bir de arkasında yetim bir kuzucuk bıraktığını, kuzucuğunun çok
güzel bir oyuncak ayısının olduğunu biliyoruz.
Ama Önder hakkında çok şey bilmemize
gerek yok aslında…
Neden?
Çünkü sevgili Önder, “bu
toprakları”, arsa, tarla olmaktan çıkarıp “vatan” haline getiren fedakârlık ve kahramanlık
geleneğinin en son halkası. Anlayamayan dinci ve solcu enternasyonalist bütün “demokratlar”
için TÜRKÇEsi şu: Şu anda polikliniklerinde “doktor dövülebilen hastaneleriyle
koridorlarına “BİJİ SEROK APO!” yazdıktan
sonra diplomasıyla avukatlık, doktorluk,
eczacılık vs yapılabilen üniversiteleriyle “ Mustafa Kemalin askerleri olsanız
ne yazar, ancak Mustafa Kemalin itleri olabilirsiniz” diyen hadsizlerin
kürsüsünde konuşabildiği TBMMsiyle vs üstünde ter ter tepinebildiğimiz bir ülkeyi
korurken öldü sevgili Önder… Bu yüzden her ne kadar ancak belediyeye ait bir
aracın arkasında herhangi bir cenaze gibi getirilse dahi biz ona ŞEHİT diyoruz.
Bu arada…Sevgili Önder’i ŞEHİT
sayma sebeplerimizden biri de şuydu ki o, verilebilecek her şeyini Türkiye Cumhuriyeti’ne
vererek CUMHURİYETİN HAYIRLI bir evladı olduğunu dosta düşmana gösterdi. O kim olduğunu
ne yaptığını herkese gösterdi de ne hayat hikâyesi okundu ne arkasında “yığınlar”
birikti ne ailesi dışında arkasından doğru dürüst göz yaşı döküldü.
Aynı gün bir başka cenaze kaldırılmış. Cenazenin tabutuna Türk Bayrağı örtül
müş. Cenazenin arkasında böyle bir alay adam vardı galiba, bir de koskoca bir toplantı salonu ayarlanmış. Geride ne bıraktığına baktım…
Türkiye Cumuriyeti’ne ne “hıyrının”
dokunduğuna dair hiçbir şey duyamadım.
İkisinin de üstünde TÜRK BAYRAĞI
vardı ama mübarek bayrak, hangisine sarıldı, hangisi o bayrakla kucaklaştı, ben
anlayamadım…
İşin içinde bir TÜRK BAYRAĞI var
ama o tabutlardan hangisinde o bayrağın gerçek sahibi yatıyordu,
anlayamadım(!).
15 Nisan 2025 Salı
Türk Dizi Sektöründe Yeni “Demografikratik” Türkiye Portresi
Bir Rus bilim insanı Türk
dizilerinin zehirleyici etkisinden bahsetmiş.
Şaşırdık mı? Elbette hayır…
Yalnız burada dizilerin mi taleple
ilgili olduğu ya da dizilerin mi talebi yarattığı sorusu aklımıza geliyor.
Soruları böyle sorunca sorun
çözülemiyor, bir kısır döngüye giriyoruz.
Öncelikle dizilerdeki aile
yapısına, toplumsal ilişkilere, davranış biçimlerine ve öne çıkarılan değerlere
baktığımızda bunların “geleneksel” Türk toplumsal yapısıyla ve değerleriyle hiçbir
ilgisinin olmadığını görüyoruz.
Son dönem Türk dizilerinde
gösterilen “aile” Türk ailesi değil. Bu dizilerdeki
aile, “aşiret” genişliğinde bir feodal hanedan. Öyle ki kendi ekonomik
özerkliği, egemenlik alanı ve “yasama” gücü bulunan, devlet dahil kimsenin dokunamadığı
bir toplumsal birim dizilerde seyirciye dayatılıyor. Hayır, sadece ofiste
yardımcı olmak için ara sıra işe alıyoruz
Dikkat edilirse bu aşiret temelli
dizilerinin hiçbirinde devlet otoritesine yer verilmiyor. Öyle ki herhangi bir
anlaşmazlıktan suça kadar her sorun “ailenin” içinde karara bağlanıyor. Söz gelimi
“Kartoncuoğulları’nın gelini nasıl böyle bir şey yapar!” falan gibi cümleler
havada uçuşuyor. Koskoca İstanbul’da yaşayıp köylerindeki “törelerle” hükmetmek
istiyorlar.
Bu “ailelerin” üyelerinin öğrenim
düzeyleri belirsiz. Tam olarak ne iş yaptıklarını hiç kimse bilmiyor.
Kravatsız takım elbiseler giyip üst düzey ekonomik bilgiyle yönetilebilecek birtakım
şirketlerin üstünde tepiniyorlar. Seyirci sürekli bu abileri seyrettiğinde “Parayı
bul da nasıl bulursan bul!” algısı kafasında tümör gibi yerleşip büyümeye
başlıyor.
Son yollarda bir de buna açıkça
şeriatçı aile profili eklendi. Bu profildeki aileler dine göre yaşamakla
kalmayıp bir de tarikat bağlılığıyla hayatlarını düzenleyen aileler.
Her iki dizi tipinde de aile
içinde kadınların tek görevleri, ev işleri ve çocuk büyütmek.
Bir de olmayan tarihi olayları, bambaşka tarihi kişiliklerle pazarlayan sözde tarihi diziler var ki onlar zaten evlere şenlik.
Lâfı çok uzatmayacağım…
Dizilerdeki aile profili aslında
Türkiye’de yozlaştırılarak “demografikrasi” haline getirilen çarpık demokrasinin
ürünü. Demokrasi adına toplumun oy paketlerine bölünmesi kolaycılığı,
seçmenleri “oy kabilelerine”, “oy demografilerine” böldü. Böylece ulusu meydana
getiren ortaklaşma, duygu, ülkü ve değer birlikleri bozuldu. Böylece “yalnız
kendi menfaatleri için yaşayan”, ellerindeki oy kadar siyasi güç bulunduran “siyasi
kabileler” yaratıldı. Kısaca ulusun tamamının katılımıyla yürütülen demokrasi,
yerini kabileler, demografilerin oy mücadelesine bıraktı. Böylece demokrasi, “demografikrasiye”
dönüştürüldü.
Bu siyasi kabileler, oy
oranlarına göre devletin imkânlarına ortak oldular. Hal böyle olunca arzı ve
talebi doğrudan belirleyen bir kabileler koalisyonu doğdu. Bilimde, sanayide,
teknolojide, tarımda üretemeyen Türk ekonomisinin “amiral gemisi” olan dizi
sektörü de elbette paranın kokusunu aldı ve Türkiye’yi fiilen yöneten etnikçi-
şeriatçı kitlelerin koalisyonundan nemalanmaya yöneldi.
Evet hâlâ parayı veren düdüğü
çalıyordu ama artık parayı veren de oyu oranında parayı elde ediyordu. “İşbu
sebepten” aslında dizi sektöründeki yozlaşma, demografikrasi buzdağının ucundan ibaret.
10 Nisan 2025 Perşembe
KKTC'de Siyasal İslam Fitnesi
Annemle İlay Aksoy’u
seyrediyorduk…
Söylediklerinden dehşete kapıldık.
Siyasal İslamcılık Kıbrıs’a da el
atmış. KKTC’de başörtüsü sorunu yaratılmış.
Başörtüsü sorunu ne? Başörtüsü
sorunu aslında başörtüsüyle falan ilgili değil. Başörtüsü sorunu aslında başörtüsünü
bir kaldıraç gibi kullanarak fiilen
şeriat hukukunun egemenliğini sağlamak, demek.
Kısacası KKTC’nin de sterilitesi
ve medeniyeti bozulmuş durumda.
Kıbrıs Rum kesiminde başörtülü
öğrenciler okullarda Ortodoks eğitimi almaya zorlanıyorlarmış. Kısacası orada
Rumlar, başörtüsünü kendilerince enterne etmiş, sınırlamış durumda. Ayrıca orada
Müslümanlar “yabancı” dolayısıyla onların özgürlüklerinin topluma bir etkisi
yok.
Oysa KKTC’de “dini özgürlük” adı
altında resmî kurumların dine göre şekillendirilmesi bir özgürlük falan
getirmeyecek.
Kısaca sorun, Kıbrıs Türk’ünün
kimliğini şeriatla bölmek, parçalamak ve onu Rum istilasına karşı savunmasız
hale getirmektir.
Çünkü dinin siyasete egemen
olduğu yerde sadece medeni, laik devlet ortadan kalkmıyor, millî bilinç ve
millî devlet de ortadan kalkıyor. Nitekim Ortadoğu’da Irak ve Suriye gibi iki
büyük Arap devletinin paramparça edilmesinde kullanılan başlıca enstrüman
dindi. Bugün bizim ülkemizde de Türk bilincine en çok karşı çıkanlar, Türklüğü
Müslümanlığın zıttı gibi görenler şeriatçılar, dinciler.
Kıbrıs’ta olanlar bize gösteriyor
ki Anadolu’yu Türksüzleştirme projesinde bir sonraki aşamaya geçilerek Kıbrıs’ın
da Türksüzleştirilmesine çalışılıyor.
Proje iki ayak üzerinde yürüyor. Bunlardan
biri din yoluyla Türk’ kendi tarihine, kimliğine, bilincine düşman etmek, diğer
ayaksa Türk’ten doğacak boşlukta bir Kürdistan yaratmak. Nitekim ne Irak’ta ne Suriye’de
Araplardan ve Türklerden bahsedenlerin, sürekli “sorunu” Kürtler üzerinden tanımlaması
da bu yüzden.
Bu yüzdendir ki KKTC’nin
kesinlikle laik kalması için Türk milliyetçileri uyanık kalmalı ve bu konuyu
gündemde tutmalıdır.
Türkiye için belki geç kalındı,
ancak KKTC mutlaka korunmalıdır.
8 Nisan 2025 Salı
7 Nisan 2025 Pazartesi
Ezbere Karamsarlık
Ezebere Karamsarlık…
Çocuklarımla konuşunca biraz
moralim düzeliyor ama sabah şunu fark ettim ki genellikle moralsiz hatta
karamsarım. Bu durum yüzüme de yansıyor.
İnsanın, yakınlarına moral vermesi, onları neşelendirmesi gerekirken kendimi
çok bencil hissediyorum.
Ama mesele benim ne hissettiğim
değil.
Memleketin şu halinde iyimser
olabilir miyim?
Şimdi bazılarınız “Asıl şimdi
iyimser, ümitli ve neşeli olmalıyız!” diye ders verecektir. Sonuna kadar
haklıdırlar.
asının anlamını anlayamayan, yaptıklarından sorumluluk duymayan yığınların elinde oyuncak olmamız.
Özür dilemeyi bilmeyen,
sorumluluk hissetmeyen, kendinden başkasını düşünmeyen insanların ağırlığı
ruhumuzun nefesini kesiyor.
Bu insanlara “demografik işgal”, “küresel
ısınma”, “israf-tutumluluk”, “kişisel bakım”, “nezaket” anlatmak da imkânsız.
Hemen şimdi her istediğini elde etmek
için batı ülkelerini dolduran yığınların, adeta tomurcuklanarak ürediği bir tür
besi yeri gibi Türkiye…
Türk olanın kendisinden beş
dakika önce ölecek olmasından başka bir arzusu olamayan Kürtçülerin ve
İslamcıların elinde bir oyuncak oldu Türkiye…
Evet… Gene de iyimser olmalıyım,
değil mi?